21 Nisan 2017 Cuma

Bir Anı: Kağan

"Abi senin muhabbetin iyi aslında komik çocuksun ama tarzın yok, biraz da şişman gibisin... Ondan ortamlarda pek göze batmıyorsundur... Takma kafana.. "

Mahallede "Brezilyalı golcünün antrenmanda neşe saçan oğlu minik Fabio" gibiydi Kağan. Tüm gözler üzerindeydi. Ne yapsa ilgi çekiyor, ne söylese gülünüyor, kahkahalar havada uçuşuyordu.  Neyi eleştirse o eleştiriliyor yerin dibine sokuyor, neyi beğenirse herkes onun müptelası adeta manyağı oluyordu.. Ben de diğerleri gibi teslim olmuştum bu piçe. Durumumu güzel özetlemiş, gayet akıcı Türkçesiyle ve ikna edici ses tonuyla beni alt etmiş, "haklısın, doğru, hıhımm..." dedirterek beni eve postalamıştı.

Bağıran annem sussun diye elimi ayağımı yıkadım. Dizimdeki yaraya sıcak su tuttum, kan sızdı. "Acılara dayanıyom artık, kabuk bağlamasa da olur" diye geçirdim içimden. Yemek yine netti. Bir tepsi karpuz ve sözümona beyaz ama sararmış peynirler...

Yemek boyu karpuza abandıkça Kağan'ın bana alttan alttan giydirdiğine kanaat getirdim. Çekirdekleri "flüp flüp" diye tepsideki pembe suya fırlatırken adeta ayılmıştım. Çirkin ve şişman demişti bana. Karşılığında sadece "komiksin" alabilmiştim. 2-1 mağlup olmuştum ve mağlubiyeti kabullenerek eve dönmüştüm.

Bu sefer kendime kızmaya başladım. "Herif bize salladı salladı yine ortamlara akmaya gitti, ben yine evdeyim mınıskim" diye hayıflandım. Benim hayıflandığımı gören annem de hayıflandı. Ardından da kardeşim... Evde "hafyy... oufff ... hööüüfff" diye dolaşan gergin insanlar haline gelmiştik.

Süheyl ve Behzat'ı izlerken artık dayanamadım ve "Dövücem amk Kağanını, ağzını yüzünü sikicem ortamlara çıkamıycak" diyerek harekete geçtim.

-KAAAAAN... LAN KAAAAAAAAAAAN!!
-Kağan duşta çocuğum, yukarıya gelsene çıkar birazdan.."

Kapı açıktı ve beni bekleyen kimse yoktu. İçeriye girdim.

Bilirsiniz dostlarım zengin evleri zengin gibi kokar ve ben zengin gibi kokan evlere hiç dayanamam. "Hmfff zengin hmmmff evet zengin hmmmff daha da zengin..." diye koklaya koklaya koridordan balkona geçtim. Yerdeki ultra pamuklu ve yumuşak halı bütün gerginliğimi emmiş, Marc yüzey temizleyici reklamında dans eden kadınlar gibi zeminde adeta ceylan gibi seker olmuştum.

Annesi koca bir tabak kiraz ve erikle beni balkondaki salıncak koltuğa oturttu. Ve bilirsiniz ki dostlarım salıncak koltuk zengin balkonlarının vazgeçilmezidir. Skandal yaratmak üzere çıktığım yolda izzet ikram gören, uysal bir misafir oluvermiştim. Plansız ama bir o kadar da alevli nefretim beklenmedik olumlu etkilerle an be an eriyordu.

Kirazı ve eriği bile zengin işiydi bu ipnelerin. Kirazların en tatlısını, eriklerin en sulusunu yiyordum o an.  Annesi çok sevecen bir kadındı. Bana sürekli arkadaşlıktan, kardeşlikten, komşuluktan ve bunların birer erdem olduğundan bahsediyordu. Tüm yaz mevsimi evladını onayladığımız yetmiyormuş gibi şimdi bir de anasını onaylıyordum. Acaba sırada kim vardı? Bütün Kağangil karşıma dizilip beni zengin kokuları, yaldır yaldır Amerikan tıraşlı sarı saçları ve Benetton t-shirtleriyle tesir altına mı alacaktı?

Yarım saat önce kendimi Street Fighter'daki Blanka gibi sinirli hissederken şu an Kağanların konağında şefkat gören hizmetçinin evladı gibiydim. Bu durum kanıma dokunmuştu.

"Ben kalkayım" diyip elimdeki tabağı masaya bıraktım ve hızla kalktım. Fakat salıncak koltuktan hızla kalkma gibi bir durum söz konusu olmadığı için dengemi kaybedip yere düştüm. O an balkon fanyansında annemin "Götünüz salıncak koltuk mu gördü hee, hemen şımarın hemmmen.. salak şey kalk hadi kalk batırdın her yeri" diye bağıran hayalini gördüm karşımda. Utanmıştım. Tam o esnada bizim mahallenin marketinden alınmadığı çok belli olan bir şampuana ait tropikal bir koku saçarak Kağan gelmişti. Tertemiz ve zengindi... Yarım saat önce dövmek üzere yola koyulduğum düşmanımın karşısında yerde yatıyordum. Üstelik onun evinde... Doğruldum. "Aaa evladım dizin kanıyor, dur pansuman yapalım.." dedi annesi.. "Sizin Allahınız var mı lan mınısktiklerim" deyip ağlayarak evden çıktım.

Eve döndüğümde annem ve kardeşim yerli yerindeydi.. Kimse birşey sormadı. Evimizi kokladım. Kokmuyordu.

17 Nisan 2017 Pazartesi

İhlas Yayınları Işığında Dolu Dolu Bir Ömür

Ölümüm hakkında sık sık ve uzun uzun düşünürüm. Otobüsteyken, biriyle konuşurken, yemek yerken vs vs...

Nasıl öleceğimden ziyade; ölümümden sonraki durumu merak ederim. Bana fantastik gelir hep ölümümün tesirini düşünmek. Kim ağlar, kim zırlar, kim yalandan şaşırmış gibi yapıp aslında umursamaz, cenazemde kellemin portresini hangi sik kafalı arkadaşım taşım taşır, kim helvadaki fıstığı, pilavdaki tavuğu konuşur, eve taziyeye gelenlerden kimin ayağı kokar falan...Bunları hep merak ederim.

Cenazem kayda alınsa ve ben kendi cenazemi bir şekilde izleyebilsem diye düşünürüm. Ex aşklarımın gerek katılımları gerek yoklukları ile duygulanır, ardımdan bir iki saat yas tutup akşamına rakıya koşacak arkadaşlarıma "Ulan keranecilere bak hele" diye önce gönül koyar sonra güler eğlenirdim. Uzun zamandır bunları hayal ediyorum. Fakat bu hayallerin finalleri biraz sarkmaya başladı.

İstisnasız, karşılaştığım her insanla konuşurken "Ölümüm bunun pek sikinde olmaz ama babama bi mesaj çeker" gibi "Bu karı cenabet, gelmese de olur" gibi "Ulan ben bugün ölsem bu kamil harbiden üzülür he, cenazeme mevlidime damat sadıcı gibi koşturur" gibi ya da "Bu amk çocuğu tabutuma bi' omuz atmaz, mezarıma bi' avuç toprak dökmez, anca uzaktan izleyip gıybet yapar pezevenk" gibi düşüncelere gark olmaktan asıl konuyu ıskalamış oluyorum.

Beni bu aralar dalgın görebilirsiniz.


Fakat yine bu aralar, herhalde ölmeden bir gün önce "Abi yarın cenazem var gelir misin?" diye davet etsem dahi gelmeyecek insanlarla beraberim. Bu duygusuz medenilik ve katı mesafe, beni enteresan bir şekilde sevindiriyor. Ardımdan zırlayanlardan ziyade cool davranıp hiç gelmeyenleri daha çok özlerim gibi geliyor. Aferin lan size mesafeliler, siz de ölseniz ben de gelmem neticede.

Bir de ölürken neyin pişmanlığını yaşarım diye düşünmeye başladım ki geçen bir haberde gördüm ölen insanlar "Ay keşke daha çok gülseydim, keşke daha çok mutlu olabilseydim" diye pişman olup üzülüyorlarmış.

Ben böyle bir pişmanlık yaşayıp bir de bunu dillendirirsem, cenazemde arkamdan "Son zamanlarında kafa da gidikti zaten" diye dedikodu yapmak serbest amk. Keşke daha çok mutlu olabilseymiş... Vay amına koyim arkadaş! Sevinçler, neşeler, güzellikler kapında sıraya girdi de sen açmadın sanki. Sik kırığına bak!

Neyse büyük de konuşmayayım ama hayat böyle bir süreç zaten olum.

Bir şey; o şeyi yapmadığın sırada yapılabilmesi çok mümkün ve çok kolay gibi görünür ama gerçekleştirmeye kalktığında binlerce parametrenin aynı anda aleyhinde çalıştığını fark edersin. Hayat böyledir. Bu tarz bir romantizm sürüsüyle mantık hatası barındırır. Bütün ömrü Nevşehir'de geçen bir adamın, ölmeye yakın "Keşke Rio Karnavalı'na gitseydim" diye iç geçirmesi gibi anlamsız bir talep bu. "Ah keşke" deyince sanki oluru varmış gibi mi duruyor, durmaz.

İnsan öyle sikinin keyfine göre birdenbire ve kendi kendini mutlu edemez. Dahili donanımı buna kâfi gelmez.

Ben de bu gece mutsuz yatıyorum. Mutsuz, düz, normal. Haydi iyi geceler.




12 Nisan 2017 Çarşamba

Fikri

İlkokul 5'in ortalarıydı sanırım. Aynı hoca, aynı öğrenciler, aynı sınıf ortamı bu beş senede birbirinden sıkılmış evli çiftler gibi olmuştuk artık. Sınıfın her yeni yıl hareketli geçen yaz tatilinden artan heyecanı ve eğlencesiyle başlayan ortamı Aralık ayına doğru hepimizi darlıyor, bedende tenefüste oynanan çift kalelerden kemik sesi geliyor, resimde bir Allah'ın kulu diğerine kırmızı pastel uzatmıyor, çöpün başındaki kalem açma geyikleri bile zaman zaman tartışma ile sonuçlanıyordu. Beş yıllık birlikteliğimiz hocasından öğrencisine hademesinden duvardaki iskelet resmine mevsimler köşesine kadar tüm unsurları ile anlaşmalı bir ayrılığa yürüyorduk. Heyecanı kaybetmiştik.

Dönem bitmek üzereyken enteresan bir gelişme oldu. Sınıfımıza Fikri adında yeni bir öğrenci katıldı. Gerçi biz sınıfın yırtıcı ve haşin erkekleri olarak genelde yeni gelenlerden sadece kız öğrencilere fokuslanırdık ama bu Fikri bütün sınıfın ilgisini çekmişti. O güne değin yaşıtlarımızı bırak üst sınıflarda dahi görülmemiş kocaman bir kafası vardı Fikri'nin. Yakın geçmişte hep birden dikkat kesildiğimiz bunun gibi başka birşey olmamıştı. Kocaman, büyük, über bir kafası vardı çocukcağızın. Hani siz diyin diyerbekir karpuzu ben diyeyim top güllesi yani öyle bir kafa. İşte etrafında kümeleneceğimiz "altın küreyi" bulmuştuk. İlk "koca kafa" şakasını yapmak için herkes (gördüğüm kadarı ile hoca da dahil) heyecanla bekliyordu. Gizliden ve sessiz sessiz yapılan ilk şakalar ile beraber kıkırdamalar, kıkırdamalar "pısısısıthahuah" şeklinde patlamalara, patlamalar, kahkahalara, kahkahalar gözlerden gelen yaşlara hezeyanlara dönüştü...

Kocaman bir kafa hepimizi kendine doğru çekmiş ve 5-A sınıfını adeta bir mizah yumağı haline getirmişti. O büyük kafa şakaları bizi günlerce haftalarca aylarca idare etti. Fikri'nin koca kafası ile yatıyor onun koca kafası ile güne uyanıyorduk. Her sabah günaydınların en güzeli o koca kafaya veriliyor herkes evvela yeni bir "Fikri ve Koca Kafası" şakası patlatmadan deftere kitaba dokunmuyordu. Dargınlar birbirlerine Fikri'nin Kafası ile alakalı türlü şakalar yaparak sinyal çakıyor, karşıt görüşlü öğrenciler "evet büyük kocaman bir kafa" şeklinde ortak mutabakata varıyordu. Bu birliktelik tüm okula yayılsın diye "Evet andımızı kim okumak istiyor" sorularına hep bir ağızdan "Fikri Fikri! Hocam Fikri okuycakmış ısshshhsh! Fikri okur hocam ahıhahıhah" şeklinde coşku ile cevap veriyorduk. Fikri de bizi kırmayıp zaman zaman andımızı okuyor zaman zaman da "bugün biraz yorgunum çocuklar" diyip İstiklal Marşı'nda bayrağı göndere çeken isim oluyordu.

Tabi böyle bir ilginin odağı olmak Fikri gibi vasat bir çocuk için nimet gibiydi. Neticede reklamın iyisi kötüsü olmazdı ve herkes bir şekilde Fikri'yi tanır ve sever oldu. O eğitim öğretim yılını bi sakatlık çıkmadan Fikri ve kafası muhabbetiyle ile geçirip gittik. Sonra ben o okuldan ayrıldım, Fikri ne yaptı bilmiyorum.

Yıllar sonra aradan geçen ergenlikle falan bünyeler bayağı bir değişti gelişti. Birkaç gündür aynada kendime bakıp kafamın ne kadar büyüdüğünü üzülerek görüyorum. Yani yalan olmasın goril kafası gibi bir kafaya sahip oldum diyebilirim. Her sabah bu kocaman kafaya bakarak uyanmak, bu biçimsiz kafayı kamusal alana çıkabilecek hale getirmek için dakikalarca uğraşmak ve aslında çok da muvaffak olamamak. Üstüne üstlük her aynada, her vitrin yansımasında kendi kafama bakıp "Ulan hala büyük" diye düşünmek... Vakti ile çok ekmeğini yediğimiz Fikri acaba o kocaman kafasına rağmen nasıl mutlu oluyordu, nasıl düşünerek bunu avantaj haline getirmişti, nasıl da hiç birimizi gerçekten sikine takmamıştı..Bilemiyorum. Ama keşke bu sınavı Fikri ile beraber Fikri'nin yaşında verebilseydim. Belki daha kolay geçerdim.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Aşkımızın Demonte Meyvesi

Boş ev bulup azmak sadece erkeklere has bir durum değil. Kadınlar da azıyor. Pardon, düşündüğünüz gibi şehvet dolu bir azgınlık değil bu. Evi eşyayla, mobilyayla dekorasyona dair ne varsa onunla tıka basa doldurmak gibi bir azgınlık türünden bahsediyorum. Mobilya fetişi var mı bilmiyorum ama varsa kadınların birçoğu buna hazır bulunuyorlar.

Neyse, bizimki de boş bir daireye sahipti o sıralar. Hem de bomboş. Sadece bir yatak odasını ve mutfakta iki üç rafı dolduracak eşyasının yanına bir evi ev yapacak her şeyi eklemek lazımdı. Yollara düşüldü ve adres belliydi; IKEA

Birkaç IKEA seansından sonra ev hafiften gerçek bir yuvayı andırmaya başlamış ama hala eşi dostu akrabayı ağırlayacak bir koltuk takımı alınamamıştı. Bunun için son kez IKEA yolları tutuldu. Bu kez yanımızda başka bir çift de vardı.

Ben çocukluğunun bir bölümünü çekyatta geçirmiş bir taşra evladıyım. Üstünde uyur, altında bilcümle eşyamı saklar, icabında içine girer saklanır, icabında üzerinde sıçrayıp bir diğer çekyata “Peruzziiieeee” diye bağırarak plonjon yapardım. Bizim oralarda evde iki çekyat varsa; iki çocuğa yetecek her şey var demekti. Ama şimdi işler değişmişti. Çekyatta çorapla uyumanın sığırlık olduğu bir sosyal çevreye nasılsa girmiş bulunuyor ve artık “Lan bunda rahat uyunur mu, altına hurç neyim koysak alır mı" diye değil,”Hımmm evet tam dizi izlemelik koltuk yahu” ya da “Bunun üstünde çok güzel Orta Çağ Alman Edebiyatı okunur üstadım, bunu alalım” şeklinde konuşmam gerekiyordu.

IKEA kaotik bir yer. Esenler-Bağcılar hattında olunca durum daha da üzücü bir hal alıyor. Duruma hafta sonunu ve pazar gününü de eklerseniz, cümbüşü üç aşağı beş yukarı hayal edebilirsiniz. Koridorlar, stantlar, ürünler, insanlar ve sesler IKEA’da birbirine o kadar benziyor ki bir anda kendinizi orada bir dekor, söz gelimi zigon sehpa ya da çok ergonomik bir sandalye zannediyorsunuz.

Etiketteki font bir süre sonra gözünüze o kadar aşina hale geliyor ki rakamları seçemez, fiyatları, ürünleri ayırt edemez oluyorsunuz. Yürümek çok yorucu. İnsanlar yatak süngeri gibi enerji emiyor. Çoğu çift IKEA'ya “kayın” konseyi ile çeyiz meyiz bakmaya geldiğinden, uzlaşıdan çok uzak diyaloglar, ekşiyen suratlar, mırmırmır söylenen ağızlar bitmek bilmiyor.

Neyse ki biz bir oturma grubu ya da artık adı her ne sikimse üçlü beşli bir koltuk aradığımızdan deneme amaçlı oturabiliyoruz. “Aşkım bu nasıl?” diye sorulduğunda birkaç saniye oturur vaziyette “Lan bi dur bi soluklanalım” demeye kalmadan “Hakikaten çok rahatmış yahu, ne kadar bu” diye dikiliyorum. Fiyatlar anasının amı gibi tabi malum. Fakir ruhum teselliyi hep daha ucuzlarda, “Bak bebeğim bu da güzelmiş, hem fiyatı da iyi” dediğim koltuklarda arıyor.

Ama IKEA’da ve dünyada ucuz olan her şey artık hakikaten yrrak gibi sevgili okurlarım. Gönül rahatlığıyla bir ucuz mal övemiyor, “Ne de avantajlı fiyata aldım be, oh ulan koydum çocuğu resmen” diye sevinemiyoruz. Her şeyin iyisi var. Rakamlar ortalama bir Murat’ın maaşını ikiye falan katlıyor. Ay sonuna doğru İsveç suntası yemek istemiyorum ama gönül hep iyisini istiyor.

Saatler geçiyor ama bir şekilde birini seçip beğeniyoruz. Bana sorarsan oradaki koltuklardan herhangi birisi işte, bi' numarası yok. Keşke mahalledeki mobilyacıdan o paraya iki tane çekyat alsak, evin içinde çekyattan çekyata seninle "Peruuzzzieeee" diye bağıra bağıra atlasak diye düşünüyorum. Arada dayıngil amcangil geldiğinde çarşaf serip açsan, onların da İstanbullarda bir kapısı olsa... Olmuyor tabi, yuvayı dişi kuş yaptığından boynumuzu büküyoruz ve afilli IKEA koltuğuna yazılıyoruz.

Neşe içinde koltuğumuzu alacağımız bölüme doğru ilerlerken bir bebek görüyoruz. 

Ben artık IKEA'daki her boku ürün olarak gördüğümden yanağını sıkmak yerine bebeğin etiketini arıyorum. “Ay çok güzel bebeeeeek” deniyor. “Demonte mi geliyor lan bu” diye düşünüyorum. “Aşkım baksanaaaa” diyor. "Alyanla toplanmaz bu mınakoduğum, hassas malzeme elimizde kalır" diyorum içimden. 

"Ne şirin yaaa" diyor. “Siktir et biz daha iyisini yaparız” diyorum. 

Nasıl olsa onun da iyisi vardır.





16 Temmuz 2016 Cumartesi

Erkeklerin Severek Dinlediği Ama Aslında Kadın Şarkısı Olan Şarkılar Serisi

...içine ata ata ne haaale düştün tuta tuta çatlayacaksın be a... Ne? .. Ha pardon. 
Selamlar. Başlık biraz destansı oldu farkındayım ama bu yazıdaki olaymızın ne olduğunu anladınız siz.  Biz erkeklerin müziğine, ritmine, klibine tav olduğu ama aslında sözleri anlamak için dinlendiğinde bayağı bildiğin Ahmet'e Osman'a Faruk'a hitaben yazılmış şarkılara yani aslında kadın şarkısı olan şarkılara bi göz atacağız. 
Şu sıcak yapış yapış günlerde okusanız da hiçbir sike faydası olmayacak bir yazı daha geliyor!
 5. İzel - Yakışıklım
Piuuuuu ulan ben bu şarkının çıktığı dönemi hatırlıyorum ya, İzel daha taze ayrılmış Çelik ve Ercan'dan ve iyi de olmuş, çok tutulmuştu piyasada. Bu şarkısının klibine hastaydım açık konuşayım. Siyahi dansçılar, saksafoncu abi, İzel'in çıtır çerez halleri falan. 
Saksafonun yerli pop şarkılarda sık ve gayet uyumlu kullanıldığı dönem. Zenci dansçılar da müzik piyasamızda ilk kez bu şarkının klibinde arz-ı endam eyleyip Hande Yener'i Hadise'yi elleyene dek ortalarda görünmediler.
Şarkı adı ve sözleri itibariyle bir adama yazılmış alenen belli. Ama bizim kahvehane muhabbetlerinde çirkin ve bıyıklı kızlarımız için kullandığımız "o karı benden daha yakışıklı amk" tabirimiz düşünülürse çok çirkin bir ablaya çok latifeşinas bir abimiz tarafından hediye edilebilir. (yersen)
İzel'den tüm bıyıklı ablalar ve harbiden yakışıklı abilere gelsin. 


 
4. Seden Gürel - Çalkala 
Seden Gürel "bumbumbum" şeklinde sürüp giden çıkış çalışması "Cine5'i şifresiz çektiğii iddia edilen" uydu anteni gibi şapkası ve Olmaz Dostum klibindeki kısa saç+oduncu yelek hallerinden sonra bu klibi ile "Aaa kadınmış lan bu" dedirtmişti bize. 
Neyse şarkıya dönelim biz. Deyimler sözlüğünden bol bol alıntı ile sözleri tamamlanmış şarkımızın düzenlemeleri de 90'lara özgü yarı elektronik ritimlerle piyasaya sürülmüş. 
"Çalkala hadi adamım çalkala hadi bağalım" nakaratı, karakter olarak na böyle daş gibi sağlam ablalarımızın nasıl olduysa işte bi' şekil gönüllerini kaptırdığı kıvrak ve sevişgen abilerimize ithaf edebileceği bi şarkıdır. 
Fakat tarafımızdan Seden Ablamızın yürek yakan bakışlarına ve 90'ların yüzü suyu hürmetine severek izlenir, dinlenir hala.


  
3. Sezen Aksu - Erkek Güzeli
Çok tehlikeli. Yani şu şarkıyı dinlerken biri maazallah gelip sorsa ki "Hacı ne dinliyosun?" diye, "Abi Erkek Güzeli dinliyorum" denir mi? "Gay pornosu izliyorum" de daha iyi (yazar abartmanın amına koyuyor)
Fakat öyle güzel bir şarkıdır ki bu, o "Erkek güzeli" kısmını at mesela, direkt yolla manitana nişanlına eşine dostuna. Sezen Aksu'nun sesinin henüz deforme olmadığı zamanlarından kıyak bir eser. 
Yine de siz hemcinslerimi uyarırım; yalnızken dinleyin, isim vermeyin.



2. Texas - Summer Son
Yabancı kontejanlı eserimiz. Yabancı şarkılara yeni yeni sardığımız, kıçı kırık İngilizcemiz ile tekrar ettiğimiz dönemlerden. 
Mealini bilmediğimiz, bilsek ağzımıza dahi almayacağımız bir şarkıdır bu. Ablamız klipte pek bi alevlidir fakat şarkımızın sözleri direkt olarak "Summer Son" yani "Güneşin Oğlu" tabir edilen kamile ithaf olunmuştur. "Güneşin oğlu, buraya gel, yak bedenimi..." gibilerinden tehlikeli sözler değil İngilizce Afganca bile olsa bir erkek tarafından telaffuz edilmemelidir. 
Fakat nostaljik bir eser olduğu için, bize bir dönemi gülümseyerek anımsattığı için de vazgeçilemez. İngilizcenin "simple present tense" seviyesinde kaldığı ortamlarda dinlenebilir, ileri düzeyler için sıkıntı çıkar ayıktırayım.


1. Emel Müftüoğlu - Korkuyorum
Arkadaşlar 1 numarayı hak eden bu eserimiz erkek şarkısı olmadığı gibi aslında sağlıklı bir kadın şarkısı da değildir. 
Yıllar sonra, çok dikkatle inceleyerek izleyip ben de fark ettim ki Emel bu klipte alenen lezbiyenlik vurgusu yapıyor. Klipte erkek yok. "Teen" kategorisinden kopup gelmiş bir bacımız ve çilleriyle Emel bir takım kırsal coğrafyalarda gezip dolaşıyorlar, salla yüzüyor, salıncakta sallanıyorlar. Emel bu esnada "Kurtar beni tanrım, tutuluyorum, korkuyorum, lan ben napıyorum" şeklinde kendini sakınmak istiyor, fakat başaramıyor galiba.



Emel'in diğer kliplerinde de var bu tarz lezbiyenimsi hareketler. Seray Sever'in de memeleri ile yer aldığı "Hovarda" şarkısının klibinde enteresan bir hallere bürünüyordu bu kadın. 
Emel erkek gibi bir sokak kadını ve yanında sokaktan serseri arkadaşları falan takılıyor. Mahallenin dilberi Seraycığım, Emel ve arkadaşlarını evine davet ediyor. Bu esnada Emel, Seray'ın memişlerini görüyor "Lan bunlardan bende de olucaktı, bi saniye dur çakmak cebinde bi saniye..." derken olaylar gelişiyor. En sonunda hafif dekolte bir elbise ile Emel'i Seray'ın evinin önünde "Sen arada sırada uğra bana" diye serenat yaparken görüyoruz!?


Emel Müftüoğlu'nu iyi atlatmışız kardeşlerim. Sakın ola şarkı sözlerine tutulup da öyle manitaya yazayım, nişanlıma göndereyim falan denemeyin. Cünüp o mısralar lan kadın kadına falan tövbe tövbe...
Neyse abilerim ablalarım, bu seriye devam edebilirim lan sevdim. Bi kaç şarkı daha var aklımda. Şakira'dan lips dont lie var mesela klipli falan 1080hd quality. Hadi görüşürüz.

24 Haziran 2016 Cuma

23 Haziran

-Lan Erkan bi eksik...

-Ne diyon hoca? Kafam kazan gibi zaten.

-Lan olum mahkum eksik, mahkum!

-Haaa... Birini hastaneye götürdüler duruşmadan sonra.

-Niye lan noldu?


Haziran'ın 23'ü, birkaç gün sonra da yirmili yaşların en civcivlisi 22. Elimde 8 terli kelepçe, önümde 7 terli mahkum. Emekliliğine günler kalmış ama canından da bezmiş kolları çizgi çizgi, göbeği boğum boğum bir de uzman çavuş.

-Ara üstlerini.

-Emredersiniz komutanım!

-Bırak lan, arama bırak!



Afallıyorum. Kesin bir bok yedim, kesin sıçtım batırdım ki ataletinden kokan herif belki de yıllar sonra bir mahkumun üstünü aramaya girişiyor. Kenara çekiliyorum.

Nefes nefese kalıyor ama arıyor 7 mahkumun üstünü uzman çavuş. Kimi gaspçı, kimi karısını kesmiş, kimi teyp hırsızı, kimi davarını vurmuş komşusunun. Kızını sikeni uzakta tutuyoruz. Sikmesinler diye. Ama sikişte sıra bana geliyor. Uzman son mahkumun da işini bitirip baş efendiye teslim ediyor.

-Sen bu mahkumları nasıl arıyorsun lan amına koduğumun...

-Neden noldu komutanım?

-Çağırın lan mahkumlardan birini, çağır baş efendi.



Geri dönüyor kızını siken. Sanki ona göre bir şey varmış gibi sırıta sırıta.

-Ara bakayım.


Paçalarına bir panter gibi dalıyorum kızını siken şerefsizin. Kabahatimi saniyede 100 kere düşünüp 1000 kere bulamıyorum. Arıyorum.

-Çıkar ayakkabılarını.


Dokuna dokuna yukarıya doğru sağ bacak, sol bacak. Sanki her seferinde yapıyormuşum gibi, görsün diye uzman çavuş elliyorum şerefsizin kızını siktiği yerleri.

Cepler, ceket, gömlek... Sümüklü bir mendilden başkası yok.

-Bitti komutanım.


Sessizlik oluyor cezaevi kapısının önünde. Çaycısından gardiyanına, mahkumundan hademesine herkes bakıyor.

-Ağzını aradın mı mahkumun?


"Bu nasıl bir gönderme ulan" diye düşünüyorum. "Sen bilir misin böyle incelikli laf işleri. Ne demek ağzını aramak?"

-Hayır komutanım, mahkumlarla konuşmam.


Gözleri fal taşı gibi açılıyor ayıboğan uzmanın. Onun teşbihten anlamadığını ben, acı acı anlıyorum.

-Ulan salak, ulan gerizekalı! Adamın ağzını açıp baktın mı diyorum sana!


Tutup açıyor herifin ağzını kendi elleriyle. İki adım geride duruyorum. Kızını siken şerefsiz azarlanmış halimden histerik bir zevk alır gibi sırıtıyor o ara. "Seninle baş başa kalırız" diyecek gibi oluyor gözlerim, ama fena karıştı çarşı.

-Ulan salak, kız kaçıran dallamanın ağzını aramamışsın, karar duruşmasında herife 30 sene giydirdiler adam naaptı?

-Na..Naaptı komutanım?


Aklıma gelenleri hatırlamıyorum. "Saatleri dakikaları saniyeleri sayan bu uyuşuk ayı bile celallendiyse, karakol başçavuşu beni kazığa oturtur" diyorum içimden.

-Ulan salak, ulan dangalak oğlu dangalak!.. Herif ağzından jilet çıkarıp kendini kesti lan, ölüyodu lan herif!

-....

-Siktir git gözüm görmesin seni!


23 Haziran, komşusunun kızını dağa kaldırıp siken, yetmezmiş gibi bir de öldüren bir yaratığı düşünerek geçti. İçine 2 adam girdiğinde diğerinin götü dışarıda kalacak kadar küçük bir odada, bir X-RAY ekranının önünde içim içimi yedi durdu.

Hayat, 22'ime basmadan bu vahşeti tattırdı bana. 3. sayfa haberlerinde okudukça "Anasını sikiyim böyle memleketin" dediğim olaylar, hayatıma manşetten giriş yaptı.

Mahkum cezaevine bir daha dönmedi. Belki benden sonra... Belki de benden gizlediği jilet, bilmemnerelerini ölümcül hallerde kesti, biçti.

Hayatlar işte, bu kadar birbirine bağlı ve bu kadar ince bir çizgide.





15 Ocak 2016 Cuma

Eğitici Kol Bozuk



Aldığım ilk ünvanı hatırlıyorum. Sınıf öğretmenimizin nezaretinde gerçekleşen ve en sikimsonik kollar için dahi kıyasıya seçim rekabetlerinin döndüğü; “Ahmetçiğim Sağlık Kolu’nu sana yedirmem” gibi “Arkadaşlar Trafik Kolu ben olmalıyım biliyosunuz babam kamyoncu” gibi ve “Spor kolu ben olamazsam okul çıkışı hepinizi öttürürüm lan”  minvalinde atışmalar, nutuklar ve restleşmelerin havada uçuştuğu, tam 2 ders saati boyunca “eğitici kollar” için seçim yapılmıştı. Yorucu ve gürültülü bir seçim dönemi geçirmiştik sınıfça. Herhangi bir koldan seçilemeyen hatta aday olmayanlar dahi bu demokrasi şölenine ortak oluyor ve her açıklanan sonuçtan sonra hüzün ve sevinç bir arada yaşanıyordu…

Gezi Gözlem Kolu Başkan Yardımcısı oluşum bana dünya haritasında pek de kaydadeğer olmayan bir ülkenin iç işleri bakanlığına atanmışım hissi vermişti o zamanlar. Belki Mısır ya da ne bileyim Uruguay falan.. Ya da sikimsonik bakanlıklara razı olan koalisyonun küçük ortağı gibiydim işte.. Anap gibi… 

En azından başkan olsam kola biraz bağlanıp “Olum gezi gözlem lan bu boru mu, çok okuyandan daha fazla biliyor bi kere, ayriyeten havalar ısınsın  hem gezicez dolaşıcaz hem de inceleyip irdeliyicez. Bilimsel yanı da var yani öyle sokak iti gibi dolaşmaca yok hani..” diyerek kolumu dosta düşmana savunacak ve “Lan keşke Sivil Savunma değil de Gezi Gözlem kolu mu olsaydım amk” dedirtecektim. Ama sadece başkan yardımcısıydım. O yaşa kadar anasına babasına bile kısmen tabi olmuş bir sokak çocuğu olarak artık Gezi Gözlem Kolu Başkanı Faruk’a tabi idim. Başkanım Faruk; cebi kopuk önlüğü, kirli yakası ve burnundan hiç eksik etmediği sümüğü ile bir gezginden ziyade tam bir “keşiş” imajı çiziyordu.Yıllar yılı 4-A'da okuyor gibiydi.

Seçim sonrası ben bi süre hiç siklemedim gezi gözlemi. Zaten Faruk’da başkan değil de Liechtenstein Prensi gibi keyfe keder davranıyor, “Başkanım yok mu faaliyet? Sınıfçak bi müzeye mesire yerlerine falan mı gitsek naapsak?” şeklindeki sorularıma “Ne faliyeti olum sktir et, şu kırmızı kalemi versene benimki yine evde kalmış başlık atıcam atamıyorum mınıskim” türünden cevaplar veriyordu. Gezi gözlem ekibi turizm işini götünden anlamış yerli yazlıkçılar gibiydi. Postu sermiştik ve aktivite bizim için uzaklardaydı, gezip gözlenemeyecek kadar uzaklarda.

O yıl gezi gözlem namına hiçbir aksiyonumuz olmadı. Sadece turizm gününde mi ne o gün törenden önce Faruk sümüklerini çeke çeke kağıttan bi yazı okumuş onu da kimse anlamamıştı. Ben de zaten o yıldan sonra seçilmişlerin üstünlüğünü inkar edip totalitarizme gönül vermiştim…




Aradan yıllar geçti; üniversite, askerlik, deplasmanlar, iş, ekmek falan derken diyar diyar gezdim. Gezmenin pek bir faydasını gördün mü derseniz, cevap veremem. Zira yolculukta at gibi uyur, gittiğim yerde de ne işim varsa görür derhal geri dönerim. Çoklukla dinlenme tesisi hatırlıyorum, Bolçi, Afyon’da sucuk, İzmit’te pişmaniye falan filan.. Faruk ise yıllardır aynı kasabada hatta aynı mahallede ve aynı evde itoğlusu. Adamın sümüğü dahi konum değiştirmiyor, adeta yerçekimine direniyor.  Zamansız tesadüflerle rastlaştıkça devrik lidermişcesine bakıyorum gözlerine, gözlerini kaçırıyor.

13 Haziran 2015 Cumartesi

Yufkacı


"Evladım öyle uzanarak da yazılmaz ki yazdığından bişey anlamazsın, kalk şöyle otur masada adam gibi yaz ne yazacaksan..." Annem "boş işler" sınıfına dahil ettiği bu uğraşımı dahi bir ciddiyet içerisinde yapmamı talep ediyordu benden. Annemin amacı neydi, beni gezegende hangi binanın hangi odasında hangi koltukta ne yaparken görmeyi temenni ediyordu az biraz kestiriyordum ama bu tavırlarına mana veremiyordum..

-Fakat siz..
-Fakat ben?
-Fakat siz henüz askere de gitmemişsiniz.
-E okuyorum ben hala
-E kısa dönem kalkacak diyorlar
-Konu nasıl buraya geldi yahu?
-Buyrun yufkanız

"Ucundan böyle simetrik şekilde kopartırsam anlaşılmaz, boku yufkacıya atarım "Vay allahsız defolu yufkaları mı çakmış bize" derim" diye düşündüm. Yufka böreğe dönüşmeden evvel daha lezzetli daha cezbedici, o saman ambalaj kağıdının içinde nasıl da gizemli nasıl da alımlı duruyor. Ulan aslında böyle böreklik baklavalık değil direkt elde yemelik yufkacı açıcan parayı vurucan he... Yok lan o zaman da gençlerimiz hep hamur kafalı olur zeka geriliği başgösterir ülkecek çok gerileriz bilimde sanatta sporda komşu ülkelere madara oluruz..

Ticari zekamı daha fazla zorlamadan eve döndüm. Bu kadar düşünce bu kadar lüzumsuz dialog bana fazlaydı.. Apartmanın girişinde komşu ablaları merdiven süpürürken gördüm.

-Aaa şişman çocuk gel gel, sen bilirsin, led tiviyle elsidi tivi arasında ne fark var?
-Bilmem..Ne fark var? Eheheh
- ....
-Ay bu da bi b.k bilmiyor ayol.

Hepsini yüklenicem vallahi hep kalkıcam bu işlerin altından her boku bilicem her şeye cevabım olucak böyle kalem gibi çocuk olucam na dümdüz hiç falsosu olmayan şu 30luk cetvel gibi olucam milim milim enine çizgili...ama şöyle bi battaniye atsalardı üstüme, şu kanepede biraz uzansaydım..Valla azıcık uzanayım anasını ağlatıcam ortalığın, göreceksiniz.  O ipne yufkacıyı da kapatıcam ne kadar yufkası varsa hepsini az az ufak ufak yiyicem.


10 Haziran 2015 Çarşamba

Mutluluktan Bir Haber Ver Seçmen Kağıdı


Bu milletin derdi baskıcı yönetimle, dolandırıcılıkla, siyasileşen yargıyla, çiğnenen hak ve özgürlüklerle değilmiş abi. Bu milletin derdi AKP'yle falan da değilmiş. Değişikliğe müptela olmuşuz biz. 13 senedir değişmeyen tek şey ne ise ne yaptık ettik onu da değiştirdik. Şu an herşey değişik ve değişen şeyler üzerine konuşmanın tartışmanın zevkini çıkarıyoruz. "Lan nasıl değiştirdik be resmen depdeğişik bişey oldu. Şimdi dur bak şu HDP'yle MHP'yi de birleştireyim... Oha süper değişik bişey oldu" Bütün ülke 2 yaşında bebe oldu, legolarla y.rrak gibi anlamsız şekiller oluşturup tebessüm ederek anasına "BAK NAAPTIM" diyor resmen.

Bir de arkadaş bu koalisyon yokken biz ne konuşuyormuşuz be. Ulan yıllar yılı sadece ekmek maden suyu alıp siktir olduğum mahallenin sabah akşam halk tv izleyen kemalist bakkalına bugün "Abi sence bu Tayyip neden görüştü Baykalla?" diye sordum. Herifin gözlerinin içi parladı be. Yıllarca iki kelam edemediği benimle bu paydada buluşmak onu adeta bulutların üzerine çıkardı. "Kendini kurtarıcak kardeşim kendiniiii. Bu şerefsizi zaten Baykal vekil yapmıştı hatırlasanaaa..." diye uzata uzata konuştu benimle. Bakkal bile koalisyonla galeyana geldi.

Ajansta HDPli eleman var. Canım sıkıldıkça koalisyon muhabbeti açıyorum. "Olum MHP AKP'yle bir olucak asıcak Apo'yu" diyorum delleniyor. Başka bir yerde "CHP MHP HDP koalisyonu olabilir" diyorum, pamuğa dönüyor herkes, halay çekip birbirimizi öpesimiz geliyor.

Oylar verilir seçimler gelir geçer partiler açılır kapanır ama böyle "Lan sıkıldık, kahvede gırgır twitter'da taymlayn akmaz oldu. Devirelim hükümeti inelim meydanlara" diye günden değiştirmeye alışırsak siki tutarız. Dolar bi seneye kalmaz 10 lira olur. Ama olsun be. Seçim bizde kan oldu can oldu be. Şimdi bakmayın erken seçime burun kıvırıyor herkes ama 10 gün sonra can sıkıntısı başlayınca ufaktan ufaktan herkes "Bi seçim olsa da oran hesaplasak, oy pusulasının fotosunu paylaşsak, koalisyon formülü kursak da façeden yan komşunun AKPli oğluna laf soksak" diye kıvrım kıvrım kıvranıcaz.

Seçim arsızı olduk artık, ne istikrar ne hak ve özgürlükler ne de 1500 lira asgari ücret paklar bizi. Gönder erken seçimi gelsin.


17 Nisan 2015 Cuma

Cümhuriyet Tarihi Mağdurları ve Ben

Neden böyle bir döküm yapıyorum? Çünkü bakınca cumhuriyet Türkiye'sinin tek mağdur olmayanı ben gibiyim amk. Şimdi mağdurlara bi göz atalım sonra bana geliriz;

-Kürtler; Lozan'da kendilerine bağımsızlık verildi zannettiler. Verilmedi, mağdur oldular. Etnik kimlikleri yok sayıldı mağdur oldular. Paso isyan ettiler, bastırıldı, bastırılırken mağdur oldular. Köyleri yakıldı mağdur oldular. "Vay kıro vay" diye dalga geçildi, kırıldılar, kinlendiler ama neticede mağdur oldular.. Sonra bir çok kez mağdur oldular. Hala oluyorlar gerçi.

-Dersim Alevileri; İsyan ettiler. Atatürk pilot olan manevi kızı ile bombaladı bunları. Öldüler. Yaşadıkları yerin adı değiştirildi, mağdur oldular.

-Atatürk; Savaşıydı, barışıydı, cumhuriyetiydi, devrimiydi derken vurdu rakıya vurdu cigaraya siroz oldu. Sirozdan erken yaşta öldü. Mağdur oldu.

-Rumlar; Şükrü Saraçoğlu varlık vergisini çıkardı mağdur oldular. Menderes ve Bayar Kıbrıs konusunda elleri güçlesin diye Selanik'te bir bomba patlattılar, İstanbul'daki rumlar mağdur oldu. Evleri barkları talan edildi. Sonra hadise tüm yurda yayıldı fln. Mağdur oldular işte. Ha bir de mübadele konusu var. Orada da mağdur oldular. Yerli dizilerde konuşmaları kötü taklit edildi. Über mağdur oldular yavrimu..

-Ermeniler; Bunlar da 6-7 Eylül olaylarında tahribata maruz kaldılar. Bir sürü işletmeleri vardı, çoğunu yitirdiler. Daha evvelden de mağdurlardı zaten. Bi bitmediler aq. Ama mezeler kıyak.

-Mütedeyyin Anadolulular; Harf devrimi ile bir gecede cahil kaldılar, kılık kıyafetin revizyonu ile sarık-şalvar olayları bitirildi, gardroplarında giyecek şeyleri kalmadı mağdur oldular. İsmet İnönü camilerini ahır yaptı. Ezan Türkçe okundu mağdur oldular. Uzunca süre köylülük yüzünden hor görüldüler. Anca anca toparlıyolar. Hepsinin doblosu var, lc waikiki mekanları..

-Kırşehir Halkı; Menderes'e oy vermediler, il iken ilçe oldular. E mağdur oldular tabi.

-Menderes; Asıldı. Baş vekilden mağdur. Bi bizde var.

-80 Öncesi Sağcı ve Solcu Örgütler; Birbirlerini vurdular, mağdur oldular. Birbirlerini vurmalarına müdahale edildi. Bu sefer ordu bunları vurdu daha da mağdur oldular. Solcuları daha çok vuruldu diyorlar, bilemiyorum. Hepsi mağdur oldu sonuçta. Canlarım.

-Orhan Gencebay; Yayın yasağı getirildi. Televizyona radyoya çıkamadı, mağdur oldu. Underground arabeski kuran adam.

-Türk Solu; Bin bir parçaya ayrıldılar. Toplanmaları imkansız oldu. 0.001 oy oranları ile mağdur oldular. Seçim ödenekleri oy oranlarına göre dağıtılmaya başlayınca hepten mağdur oldular. Gezi olaylarında en çok gazı bunlar yedi.

-Türbanlılar; 28 Şubat'tan sonra toplumdan izole edilmeye çalışıldılar. Üniversitelere giremediler, rejim tarafından tehlike olarak görüldüler. Kürtlerden sonra en büyük 2.mağdurlar.

-Erbakan; Ordu ve medya tarafından topa tutuldu. Kurduğu koalisyon devrildi. Tekrar seçilemedi. Partisi kapatıldı. Adamları kendisini satıp başka parti kurdu. Yakın zamanda öldü. Mağdur kere mağdur. Pancar motorunu yapan adam.

-Türkiye Cumhuriyeti Devleti; AB umuduyla yıllarını heba etti. Dış borcu fln çok. Bor madenleri zengin ama amarika çıkarttırmıyor. Mağdur güç..

-Tekrar Kürtler; Bakiim.. Evet hala mağdur.

-Standart Aleviler; Sunniler tarafından dinsizlikle suçlandılar. Hor görüldüler. "Mum söndü" gibi iğrenç ithamlara maruz kaldılar. Fişlendiler, dışlandılar. Sivas'ta otelleri yakıldı. Bazıları örgütlendi silahlandı fln ama ehil olanları çok mağdur oldu. İyi insanlar aslında.

-Karadenizliler; Televizyon ve sinemadaki kötü karadeniz şiveleri ve bitmeyen karadeniz sahil yolu yüzünden saçları ağardı. Çernobil yüzünden kanser oldular. Trabzonspor şampiyon olamıyor, Samsun, Ordu küme düştü.. Her türlü mağdurlar..

-İzmir Halkı; Gıdalara verdikleri değişik isimler yüzünden daşak geçildi bunlarla. Fuhuş potansiyelli kimseler olarak görülüyorlar. Yılmaz Özdil ve enter tuşu yüzünden mağduriyetleri her geçen gün büyüyor.. Kordonda ortam eskisi gibi değil.

-Drogba ve Eminönü saatçileri; Irkçılığa maruz kaldılar. Drogba'ya muz salladılar tribünden. Mağdur siyahi golcü.. Eminönü'nde saat satan renkdaşları da "Lan uçe nabıyon, len moşe gel bakam gel, hişt kompela naber lan tripot" gibi zevzekliklerle baş ederek geçim mücadelesi veriyorlar.

-Alperenler; Geçen taksime çıkmışlar. Polisten gaz yediler. Taze mağdur. Ah canıııım.

-Kürtler; Lan! Ehehehhe

-Kemalistler-Cumhuriyetçiler-Sekülerlerler; AKP bellerini büktü. Devletin her kademesinden kovuldular. Üstelik entelektüel burjuva rol modelliği de bunların elinden alınıp islami sermaye sahiplerine verilince hepten garibana bağladılar. Saltanat bitti, ağır mağdurlar.

-Recep Tayyip Erdoğan; Şiir okudu, içeri attılar. 4 ay yattı. 4 ay yatan bir vatandaş için biraz fazla mağdur oldu. Ama durmadı. Çıkınca da mağdur oldu. Tüm darbelerden tüm savaşlardan mağdur olduğunu iddia ediyor. 10 küsür senedir başbakan. Hala mağdur..

-Türk Silahlı Kuvvetleri; Hepsini içeri aldılar. Onbaşı'dan yüksek rütbesi olan her mensubu potansiyel darbeci cuntacı muamelesi gördü. Terörist kürtlere karşı gururları örselendi. Kore'de pazarlık malzemesi edildiler. Irak'ta amerikanlar kafalarına çuval geçirdi. Müzik notası bile veremedik. Büyük mağdurlardan.

-Cemaat ve Dershaneler; Altyapıdan genç yetenek çıkaramayacak hale getirildiler. Hoca üzgün, şakirtler mağdur.

-Annem; Kapalı, namazında niyazında. Mağdur musun diye sordum "O baban olacak herif yok mu.." diye girdi, çıkamadı. Mağdur galiba.

-Babam; Dünya'yı dolaştı. Hollanda'da aroyinin dibine vurdu. Rio'da samba yaptı, İngilter'de biranın kralını içti.. Mağdur olmaya hakkı yok.

-Nihat; Üniversite mezunu, işsiz. Düz mağdur.

İşte sayın okurlarım, görüyorsunuz ülke adeta bir iş çıkışı metrobüsü olmuş ve içerisinde çeşit çeşit her yöreden her milletten mağdur göt göte baş başa yolculuk halinde. Hepsi memnuniyetsiz ve sürekli bir şikayet hali.. Şimdi kendime bakıyorum güzel bir çocukluk yaşadım, okulları hep kalmadan geçtim. Matematikçi takmadı, dekanla takışmadım. Rejim beni baltalamadı. Devletin doğrudan bir kazığını yemedim. Askerliği kısa kısa yaptım geldim. Gelir gelmez iş buldum. Dededen kalma eve akbaba gibi kondum.. Mağduriyet iddiasında bulunacağım tek bir husus tek bir olay bile gelmiyor aklıma. Demek ki bu ülkenin mağdur olmayan kişisi benim arkadaş. Demek ki bu düzenin kaymağını yiyen, yılan gibi sıyrılan, sefa süreni benim.. Bundan sonra adeta bir "patron" gibi davranıcam size aq mağdurları. Hadi gidin zıbarın şimdi gözüm görmesin.